SELİMİYE CAMİ
Selimiye Camii, tarihsel ismiyle Ayasofya Camii veya Ayasofya Katedrali, Lefkoşa'nın kuzey kesiminde bulunan cami ve eski Katolik katedralidir. Kentin ana camisidir. Selimiye Camii, Kıbrıs'taki hayatta kalan en büyük ve en eski Gotik kiliseye (iç ölçüler,: 66 X 21 m) ev sahipliği yapmaktadır.
Toplamda cami, 2500 kişinin aynı anda ibadet edebilmesine olanak sağlayacak bir büyüklükte 1750 m2 ibadet alanına sahiptir. Lefkoşa'da ayakta kalan en büyük tarihi binadır ve kaynaklara göre "İslam'ın yükselişi ile Osmanlı döneminin sonları arasındaki bin yılda Doğu Akdeniz'de inşa edilmiş en büyük kilise olmalıdır". Kıbrıs'ın Lüzinyan kralları için taç giyme kilisesiydi.
Tarihi;
Bizans Kilisesiyle İlişkisi;
Katedralin adı, Yunancada "Kutsal Bilgelik" anlamına gelen Ayasofya'dan gelmektedir. Tarihsel olarak bu ismin kökeninin aynı yerde kurulmuş bir Bizans kilisesinden türediği düşünülmüştür. Ayasofya Katedrali'nin Bizans dönemindeki başpiskoposluk kilisesi olarak varlığını 11. yüzyılda yazılmış bir el yazmasına 1135-36 yıllarında düşülmüş bir not doğrular. Bu kilisenin günümüzdeki Bedesten'in yerinde bulunduğu ve bazı mimari ögelerinin günümüz Bedesten'inin yapısında devam ettiği düşünülmektedir.Tassos Papakostas'ın çıkarımlarına göre yanda, günümüzün Bedesten'i yerinde bulunan Bizans Ayasofya'sına ait, üzerinde ne olduğu bilinmeyen arazide, Frenk yöneticiler tarafından yeni bir inşaat olarak başlatıldı. İnşaatın yeterince ilerlediği aşamaya dek Ortodokslar eski Ayasofya'dan atıldı ve bu yapı Katolik katedrali olarak kullanıldı. Katolik katedrali olarak Kutsal Bilgelik'e (Ayasofya) adanmış olması tipik olmayan bir durumdur ve eski Bizans kilisesinden yeni katedrale taşınırken aynı ismin korunduğunu göstermektedir. Taşınmanın 1220'lerde gerçekleştiği düşünülmektedir.
İnşaat ve Frenk Dönemi;
Katedralin temeli 1209 yılında atıldı. Amadi ve Bustron gibi tarihçilerin aktarımına göre temel atımı, Lefkoşa'nın üçüncü Latin başpiskoposu olan Albert tarafından gerçekleştirildi. Bu dönemden başka hiçbir belgede Albert ismi anılmadığından modern tarihçiler bu anlatıma şüpheyle yaklaşmışlardır. Nicholas Coureas, bunun hatalı olduğu düşüncesiyle ikinci başpiskopos Thierry'nin inşaatı başlatmış olduğunu savunur. Mihalis Olimpios, tarihsel kayıtlardaki boşluklara dikkat çekerek kısa süreli (azami olarak iki yıllık bir dönem) dahi olsa Albert diye bir başpiskoposun görev yapıp temel atımında rol oynamış olabileceğini düşünür. Philippe Plagnieux ve Thierry Soulard, 1209 yılında Başpiskopos Thierry'nin görevde olduğunu, Albert'in o dönemdeki Kudüs patriği olduğuna dikkat çeker. Kıbrıs'ın Latin kilisesi de Kudüs'ün egemenlik alanına girdiğinden Albert'in sıklıkla Kıbrıs'a gidip geldiğini düşünen Plagnieux ve Soulard, böylesi önemli bir tören için bölgedeki kilise hiyerarşisindeki en yüksek ismin adının anılmasının şaşırtıcı olmadığını ifade eder. Thierry'nin en geç 1211 yılında başpiskoposluk görevinden ayrılması ve bu dönemde Plagnieux ve Soulard'a göre Kıbrıs başpiskoposluğunun boş kalması nedeniyle ilk olarak inşaat duraksadı. 1207 yılında Başpiskopos Eustorge de Montaigu'nün göreve başlamasıyla birlikte inşaat hız kazandı. 1228 yılına gelindiğinde, kilise Eustorge'un hakimiyeti altında "büyük ölçüde tamamlandı". Bazı kaynaklarda, IX. Louis'in Kıbrıs'a Yedinci Haçlı Seferi sürerken 1248'de geldiğinde inşaatı desteklediğini yazmasına rağmen, bu iddiayı destekleyecek kanıt yoktur.Bu dönemki inşaatın destekçisi ana figür olan Başpiskopos Eustorge'un 1250'deki ölümüyle birlikte katedral üzerindeki çalışmalar durdu, yirmi yıldan uzun bir süre boyunca da devam ettirilmedi. Bu dönemde Lefkoşa'daki Latin nüfusu hâlen nispeten kısıtlı olup, nefin ana hattının tamamlanması ve Olimpios'un düşüncesine göre bunun batı tarafında yer alan geçici eklentilerle birleştirilmesiyle, kente yeterli olabilecek bir kapasite mevcuttu. İlerleyen yıllarda Müslüman güçlerinin Levant'taki Haçlı devletlerine karşı zaferler kazanmasıyla birlikte buradan kaçan Katolik Hristiyan nüfus Lefkoşa'ya yerleşti, özellikle de Akka'nın 1291 yılında Müslümanlar tarafından ele geçirilmesiyle bu yerleşim iyice arttı. Bu, katedralin inşasının devamı için olabilecek gerekçelerden biriydi. Bir diğer olası neden, III. Hugues'ün kraliyet gücünü gösterme ihtiyacıydı. Bu dönemde Lüzinyan kralları hem Kıbrıs hem de Kudüs krallığını sürdürmekteydi, ancak III. Hugues'ün kuzeni Marie 1270'lerde Kudüs, Brienne Kontu ise 1260'larda Kıbrıs tahtı üzerinde hak iddia etmekteydi. III. Hugues, Kudüs patriğinin ziyaretçi olarak yönettiği bir törende 1267'de inşaat hâlindeki Ayasofya'da Kıbrıs Krallığı tacını giymek zorunda kaldı. Olimpios'a göre hem bu konjonktür hem de batı tarafında yer alan kraliyet imgeleri, III. Hugues'ün katedralin inşasını teşvik ettiğini düşündürmektedir. Bununla birlikte Hugues inşaat için şahsi olarak herhangi bir maddi destek sağlamamış olup, desteğine dair tek kanıt, 1270 tarihli bir belgede, katedralde kendisi ve ailesinin ruhunu kutsamak için ayin yapılması adına yıllık 500 besant ödeyeceğine dair taahhütüydü.
1270'lerde katedralin batı tarafının yapımıyla devam edildiğinde, Eustorge döneminde yapılmış olan doğu tarafının mimarisinin Avrupa'da modasının geçmesi nedeniyle mümkün olduğunca mimari ve stilistik yenilikler getirildi.
Katedral, 13. ve 14. yüzyıllarda, 1267 ve 1303 yıllarında iki kez depremden zarar görmüştür. 1267 depremi nefin yapımında gecikmeye neden oldu. Başpiskopos Giovanni del Conte'nin döneminde (1312-1332) tekrar inşaat hızında artış yaşandı, bu dönemdeki Gotik süslemeler nispeten daha yeni olan rayonnant usulü etkisinde yapıldı. Del Conte 1319'a kadar nefin ve narteksin tamamlanmasını ve 1319'dan 1326'ya kadar orta koridorun, payandaların, cephenin ve bir şapelin/vaftiz bölümünün tamamlanmasını sağladı. Ayrıca katedralin süslemelerine freskler, heykeller, mermer perdeler ve duvar resimleriyle başladı. 1326'da katedral nihayet kutsandı ve resmen büyük bir kutlama ile resmen açıldı.
Lüzinyan yönetimi sırasında katedral, Kıbrıs Krallarının taç giyme kilisesi olarak hizmet vermeye başladı. Cenevizlilerin Mağusa'yı ele geçirmesinden sonra, Kudüs'ün Lüzinyan Krallarının ve son olarak Ermenistan Lüzinyan Krallarının taç giyme kilisesi haline geldi. Ayrıca, 1310'da Tapınak Şövalyeleri Duruşmaları'na ev sahipliği yaptı.
Katedral açılmış olmasına rağmen, bina hala tamamlanmamıştı. 1347'de Papa IV. Clement, depremden etkilendiğinden dolayı katedralin tamamlanması ve yenilenmesi için bir bildiri yayımladı. Bildiride, katedralin tamamlanması için çalışanlara 100 günlük ödenekli izin verileceği belirtiliyordu, ancak bu çaba amacına ulaşamadı. Revak ve kuzeybatı kulesi bu dönemde inşa edilmiş ve batı duvarının üç kapısı heykellerle süslenmiştir. Üç kemerli kabartmalarda krallar, peygamberler, havariler ve piskoposlar tasvir edilmiştir.
1359'da, Kıbrıs'taki Papalık temsilcisi, Peter Thomas, Kıbrıs'ın tüm Rum Ortodoks rahiplerini katedralde bir araya getirdi, hapsetti ve dinlerinden döndürmek için vaaz vermeye başladı. Katedralden gelen bağırışmaların sesi, katedralin dışında büyük bir kalabalığın toplanmasına neden oldu ve kısa sürede rahipleri serbest bırakılması için bir isyan başladı ve katedralin kapıları yakıldı. Kral, daha sonra kovulacak olan vaizin, isyandan kurtarılmasını ve piskoposların serbest bırakılmasını emretti.
1373 yılında, katedral Kıbrıs'a yapılan Ceneviz baskınları sırasında zarar gördü.
Venedik Dönemi;
Venedikliler Lefkoşa'yı surlarla çevirdiğinde, Ayasofya Katedrali şehrin merkezi oldu. Bu, kentin çevresinde şekillendiği orta çağ Avrupa katedrallerinin konumunu yansıtıyordu.
Osmanlı Dönemi;
Caminin ilk imamı, Osmanlı İmparatorluğu'nun Mora bölgesinden gelen Moravizade Ahmet Efendi idi. Bütün imamlar, Lefkoşa'nın fethi sırasında kullanılan bir kılıca yaslanarak, Cuma günü vaazlardan önce merdivenlerden minbere çıkma geleneğini sürdürdü.
Caminin dönüştürülmesinin ardından cami Sultan Selim Vakfı'nın mülkiyeti haline gelir. Diğer bağışçılar bakımın sağlanmasına yardımcı olmak için birtakım vakıflar kurar. 16. yüzyılda Kıbrıs valisi olan Okçuzade Mehmed Paşa, Sultan Selim Vakfı'na gelir sağlamak için bir dükkan bağışlar; diğer bağışlar kırsal kesimdeki mülkleri ve diğer dükkanları içerir. Vakıf, fonlara bakmak için mütevelli görevi görür ve 16. yüzyılın sonlarında yıllık 40.000 akçe Medine'ye gönderilir. Osmanlı döneminde, adanın en büyük camisi idi ve Osmanlı valisi, idareciler ve seçkinler tarafından Cuma namazı için kullanılırdı. 18. yüzyılın sonlarında, önde at sırtında gelen yetkililerden, ardında da alt makamlardaki yetkililerin yürüyerek takip ettiği büyük bir alay, her cuma camiye geldi.
Cuma namazı nedeniyle Lefkoşa ve çevre köylerden çok sayıda Müslüman camiye akın eder. Camide oluşan kalabalıklar nedeniyle, caminin yanında bir pazar gelişir ve alan bir ticaret merkezi haline gelir. Caminin çevresindeki alan, Büyük Medrese ve Küçük Medreseler gibi medreselere yakın bir yerde inşa edildiğinden dolayı bölge bir eğitim merkezi haline de gelir.
1874'te Sultan Abdülaziz'in Lefkoşa'yı ziyaret edeceği söylentileri üzerine, ziyaretten sonra "Aziziye Kapısı" adı verilecek olan yeni bir kapı inşa edilir. Kapı, bölgede önceden var olan bir Lüzinyan penceresinin genişletmesiydi ve yapımında çevreden elde edilen mermer ve diğer malzemelerin parçaları kullanılmıştı. Kapının süslemeleri, bölgedeki bir lisenin hat öğretmeni hattat Es-Seyyid Ahmet Şukri Efendi'nin yazdığı bir yazıttır. Yazıt, padişaha övgüler içermektedir. Kapı, Abdülaziz'in emriyle Nazif Paşa tarafından yapılmıştır. Selvi ağaçlarından oluşan iki süslü figürle çevrilidir. Geçit daha sonra kadınlar girişi olarak kullanıldı ve daha sonra kullanımı terk edildi ve tamamen kilitli kalmaya başladı.
İngiliz hakimiyeti ve 20. yüzyıl;
1949'da imamlar, ezanı okumak için minareye tırmanmayı bıraktılar ve yerine hoparlörler kullanmaya başladılar. 13 Ağustos 1954'te Kıbrıs Müftüsü, Kıbrıs'ın fethi sırasında imparatorluk yapan Osmanlı sultanı Selim'in onuruna camiye resmen "Selimiye Camii" adını verdi.Mimari;
Kilisedeki gömüler;
- Kıbrıslı III. Hugh
- II. Amalrik
BÜYÜK HAN
Büyük Han, Lefkoşa'nın kuzey kesiminde yer alan bir handır. Tarihsel olarak Kıbrıs'ın en büyük hanı olup kendisi gibi Asmaaltı Meydanı'nda yer alan Kumarcılar Hanı'yla birlikte lefkoşa'da Osmanlı döneminden günümüze ulaşan iki handan biridir.
1570'li yıllarda, Osmanlı İmparatorluğu'nun Kıbrıs'ı ele geçirmesi sonrasında inşa edilen Büyük Han, bu dönemde Yeni Han, Han-ı Cedîd veya Alanya'dan gelen tüccarların burada konaklaması dolayısıyla Alâiyeliler Hanı isimleriyle anıldı. 1878 yılında Kıbrıs'ın Britanya yönetimine geçmesiyle birlikte hapishaneye çevrildi ve 1903'e dek bu şekilde kullanıldı. 1903-1947 yılları arasında özgün maksadına uygun bir han olarak kullanım gördükten sonra, her odada bir ailenin kalacağı şekilde dar gelirli kesime kiralandı. 1962 yılında, gerek statik sorunları gerekse "hijyenik olmayan şartlar" gerekçesiyle boşaltıldı. İlk olarak 1963'te başlayan restorasyon çalışmaları toplumlar arası çatışmalar dolayısıyla devam edemedi. 1982'de tekrar başlayan çalışmalar 2002'de tamamlandı.
Osmanlı han mimarisinin genel özelliklerini yansıtan Büyük Han, iki katlıdır ve sivri kemerli revaklar tarafından desteklenen yapı, avluyu çevreler. Avlunun ortasında köşk mescit bulunur. Osmanlı hanlarında tipik olarak tek bir giriş kapısı olmasına rağmen, Büyük Han'da iki giriş kapısı vardır. Günümüzde Büyük Han çeşitli dükkânların, atölyelerin olduğu, farklı sanatların icra edildiği, konser ve sergilerin düzenlendiği bir kültür merkezi olarak hizmet vermektedir. Dükkân ve atölyeler arasında geleneksel Kıbrıs el sanatları en büyük kısmı oluşturmakta olup, kiracıların çoğu üreten kadınlardır. Handa yer alan diğer mekânlar arasında, Karagöz ve Hacivat oyunları oynanan bir sahne, kahvehane ve restoran yer almaktadır.
Konum;
Osmanlı Dönemi;
Büyük Han'ın yaptırılışıyla ilgili bilgiler, kaynaklara göre farklılık gösterir. Hanın kimin tarafından ne zaman yaptırıldığını doğrulayacak bir kitâbe yoktur. Çoğu kaynakta hanın 1572'de, Osmanlı yönetimindeki ilk Kıbrıs Beylerbeyi Muzaffer Paşa tarafından başka bir yapının üzerine inşa ettirildiği belirtilmektedir. Muzaffer Paşa'nın şehirde genel bir imar faaliyeti başlattığı, bu doğrultuda adaya İstanbul'dan kale inşaatı için Bostan adlı bir mimarın gönderildiği kaynaklarda yer alır. Arkeolog Tuncer Bağışkan, bu bilginin ilk olarak iki İngiliz yazar tarafından herhangi bir dayanak olmadan ortaya atıldığını, Muzaffer Paşa'nın 9 Eylül 1570-26 Ağustos 1571 tarihleri arasında Kıbrıs beylerbeyliği yaptığı gerçeğinden hareketle gerçeği yansıtmadığını ifade etmektedir. Bununla birlikte 1767'de şehri ziyaret eden Giovanni Mariti'nin aktardığına göre de han, Muzaffer Paşa tarafından her Kıbrıslıdan iki paralık bir vergi toplayarak yaptırılmıştı. Bağışkan'a göreyse han, Kıbrıs Beylerbeyi Sinan Paşa tarafından yaptırıldı. Hanın yaptırılmasıyla ilgili padişahın gönderdiği 7 Ocak 1577 tarihli buyrukta, beylerbeyinin daha önce padişah tarafından Ayasofya Camii'ne vakfiye olarak yaptırılan dükkânları yıktırıp yerine kervansaray yaptığı kaydedilmektedir. Belgede bu hanın gelir sağlaması hâlinde padişah adına satın alınması, sağlamaması hâlinde de yıktırılıp eskisi gibi dükkânların yapılması buyrulmaktaydı. Bağışkan'a göre Sinan Paşa 1572-1579 yılları arasında görev yaptığı için buyrukla bu tarihler uyumludur. Kıbrıs beylerbeylerinin görev tarihlerine ilişkin kesin bir liste olmasa da, Yoannis Theoharidis'in derlediği listede Sinan Paşa'nın 1571-1572 yıllarında bu görevde bulunduğu, 1572'de yerine Mehmed Paşa'nın geldiği, 1572-79 yılları arasındaki beylerbeyine dair kesin bilgi olmadığı kayıtlıdır. Arşiv belgelerinden faydalanan Nevzat Sağlam, Muzaffer Paşa'nın bir yıl görevde kalmasından sonra 1571'de Sinan Paşa'nın beylerbeyi olduğunu, 10 Şubat 1573 tarihinde onun da vefat etmesi üzerine 1577'ye dek bu görevi Frenk Cafer Paşa'nın sürdürdüğünü aktarmaktadır.1594 tarihli bir belgede, Yeni Han adıyla geçen Büyük Han'ın Sultan Selim Vakfı'na ait olduğu, handa sekiz odanın ve önünde 12 ayakkabıcı, bir kahvehane ve bir börekçi fırını olduğu kaydedilmişti. Bu dükkânların tamamının üç yıllık kirasının 28.200 akçe olduğu da belgede yer almaktaydı. 1613 tarihli bir belgedeyse "Han-ı Cedîd" olarak adnılan Büyük Han'ın yıllık kira gelirinin 42.000 akçe olduğu bilgisine yer verilmekteydi.
İlk yapıldığı dönemde "Yeni Han" ve "Han-ı Cedîd" isimleriyle anılan han, genelde Alanya'dan Kıbrıs'a gelen tüccarlara ev sahipliği yapması nedeniyle "Alâiyeliler Hanı" olarak da tanınmaktaydı. Sonrasında Asmaaltı Meydanı'nın karşısına Kumarcılar Hanı'nın yapılmasıyla, kıyaslama sonucu "Büyük Han" olarak anılmaya başladı. Mariti, 1767'de hanın esasen Alanya ve Karaman yöresinden gelen tüccarlar tarafından kullanıldığını "Alâiyeliler Hanı" ("khan of the Alajotes") ismiyle bilindiğini aktarmaktadır. "Büyük Han" isminin yanı sıra, "Yeni Han" ve "Alâiye Hanı" isimleri, 19. yüzyılın başlarında yazılmış arşiv belgelerinde geçmektedir.
1767'de Mariti, Büyük Han'ı "kapısı mermerden olup eski kalıntılardan yapılmıştır" diye betimlemekteydi. Günümüzde gölge oyunu tiyatrosu olarak kullanılan, doğu girişinin üzerindeki baş odanın tavanında eskiden bulunan iki demir halkanın, Osmanlı döneminde asılarak gerçekleştirilen idamlarda kullanıldığına dair rivayetler vardır.
1878-1947
1903-1947 yılları arasında yapı, han olarak faaliyet gösterdi. Bu maksatla tekrar kullanılmaya başlanmasından sonra hanın doğu kısmındaki revaklar uzatılarak yola kadar dükkân oluşturacak hâle getirildi. 1928 yılında Kıbrıslı pehlivan Vadilili Ahmet ile Türkiye'den gelen pehlivan Hasan Ethem arasında beraberlikle sonuçlanan güreş mücadelesine ev sahipliği yaptı. 23-30 Temmuz 1936 tarihlerinde handaki dört odanın tuvalet ve dükkân olarak kullanılacak şekilde düzenlenmesi için ihaleye çıkıldı, düzenlemeler 1937'de tamamlandı. İngilizler tarafından hanın üst katında William Shakespeare oyunları oynamak için bir tiyatro yapıldığı Perihan Arıburun tarafından aktarılır.
Hanın avlusunda bulunan mescitte, hapishane olarak kullanıldığı dönemde cumaları Mehmed Said Efendi isimli bir vaiz, mahkûmlara vaaz vermekteydi. 1927 yılında mescidin işlevini yitirmiş ve harap durumda olduğu, tahıl deposu olarak kullanıldığı kaydedildi ve depo olarak kullanımına cevaz verecek şekilde onarım yapılması talep edildi.
1937 yılında Lefkoşa Belediye Başkanı Themosteklis Dervis, Vakıflar İdaresinin bu dönemde öngördüğü üzere aileler için ikâmetgâh olarak kullanılmasının sağlıksız olduğu gerekçesiyle Büyük Han'ın yıkılması ve buraya belediyenin mühendislerinin çizeceği bir plana göre konut inşa edilmesi gerektiğini savundu. Bu dönemde Büyük Medrese gibi başka yapılar yıkılsa da, 1935 yılında çıkan Eski Eserler Yasası gereği Büyük Han "eski eser" olarak kaydedilmiş olduğu için Büyük Han'ın yıkılması önlenmiş oldu. Bunun yerine handa restorasyon çalışması gerçekleştirildi.
1947-1962
3 Temmuz 1947 tarihinde hanın tamamı odaların teker teker kiralanması maksadıyla kullanacak olan bir Kıbrıslı Türk'e, aylık £55 karşılığında kiralandı. Bu tarihte üst katta 36, alt katta 25 odanın kiralanmış olduğu belgelere geçmişti. 1954 tarihli bir belgede bu kişinin Sadi Cemal olduğu ve hanın odalarından birini kahvehane olarak çalıştırdığı kaydedildi. Bu dönemde, hanın odaları aylık 7 şilin ila £1 arasında değişen ücretlere kiralandı. Tuncer Bağışkan'ın aktardığına göre "hijyenik koşullar bulunmayan" odaların her birine birer ailenin yerleşmesiyle han, "dar gelirli Kıbrıslı Türk ve Rum ailelerin ikâmet ettiği küçük bir mahalle"ye dönüştü. 1950 yılında hana yeni tuvaletler ve septik kuyu inşa edildi. Hanın üst katına çıkan ve normalde altında kemer bulunan merdivenlerin altı da bu dönemde doldurularak oda hâline getirildi. Sonraları restorasyon sırasında bu oda ortadan kaldırılarak merdiven altındaki özgün kemer tekrar ortaya çıkarıldı.
1953 yılında, mescit yapısının korunması hedefiyle £273,15 masrafla onarımdan geçirildi, bununla birlikte 1955 yılında bu onarımın yeterli olmadığı bildirildi.
19 Ekim 1954 tarihinde Britanya Avam Kamarasında milletvekili olan Tom Driberg'in hanı ziyaret etmesi sonrası The Times'da yayımladığı makalede handaki "kötü koşullar" fotoğraflarla beraber aktarıldı. Driberg, handaki kiracıların çağdaş konutlara taşınarak yaşam koşullarının iyileştirilmesi, hanın ise restore edilerek korunması gerektiğini ifade etti. Eski Eserler Dairesi Müdürü Peter Megaw ise bunun üzerine hanın "eski eser olarak anlamı olmadığını" belirtti, korunması yönünde herhangi bir çaba göstermedi ve bazı modifikasyonların yapılmasının sorun olmayacağını yazdı. Bu durum, Reyhan Sabri tarafından Britanya yönetiminin başka Osmanlı eserlerine karşı da gösterdiği "Osmanlı eserleri eski eser niteliğinde değildir, yalnızca kente doğulu bir hava katmaktadır" yaklaşımının devamını temsil ettiği şeklinde değerlendirildi.
Sosyal Yardım Hizmetleri Dairesi müdürünün 16 Aralık 1954 tarihli yazısında, hanın durumu şu şekilde aktarıldı: "63 ayrı odada 181 kişiden oluşan 65 aile yaşamaktadır. Bu sayıda insana servis veren tek çatı altındaki tuvalet binası iç avlunun ortasına inşa edilmiştir. Toplam sekiz lavabosu ve dört tuvaleti vardır. Hemen hemen her aile, tavuk, tavşan veya domuz beslemektedir ve bütün bunlar çok sağlıksız bir ortam oluşturmaktadır." Handa yaşamını sürdürenler arasında, geçimini burada beslediği hayvanları satarak sağlayanlar bulunmaktaydı. Üst kattaki odalarda su tesisatı bulunmamakta, bu odalarda yaşayanlar su ihtiyaçlarını maşrapayla kendileri temin etmek mecburiyetindeydi. Haşmet Muzaffer Gürkan, hanın bu yıllardaki durumunu "ben yetiştiğimde Büyük Han, her odasına yoksul bir ailenin sığınıp kirayla oturduğu, değil içinde yanında bile tuvalet kokusundan durulmayan bir yer halindeydi" ifadeleriyle aktarmıştı.
1950'lere dek 20-25 yıl boyunca hanın idareciliğini yapan Hancı Sadi Usta, hanın doğu girişinde bir lokanta işletmekteydi. Lokanta, girişten girildiğinde içeride ve solda kalmakta olup doldurularak yapılmıştı. Burada bayram günlerinde davul-zurnayla eğlenceler yapılırdı. Han içerisinde düğünler ve sünnet düğünleri de düzenlenirdi. Doğu giriş kapısının önünde bir Rum tarafından işletilen, Cipri'nin Kahvesi adı verilen bir kahvehane bulunurdu. Hanın kuzeydoğu köşesinde, günümüzde Usta'nın Kahvesi'nin yer aldığı yerde, 1950'lerde Bozkurt gazetesinin matbaası yer alırdı.
1962-2002
1961-1962 yıllarında han, "sağlıksız koşullar ve baş gösteren statik sorunlarının tamirat gerektirmesi" gerekçesiyle boşaltıldı. Nisan 1962'de Cumhuriyet gazetesinin bir haberinde handa kalan fakir ailelerin "alelacele" tahliye edildikleri, elektriklerinin kesildiği ifade edildi. Bunun üzerine açıklama yapan Vakıflar İdaresi Başkanı Nefi Korürek, üç aydır üzerinde durulan meseleyle ilgili sakinlere çoktan tebliğ yapıldığını, hâlen dolu bulunan 11 odanın da tahliye edileceğini belirtti. Hanın tehlike ettiğine dair teknik raporları basına okuyan Korürek'e göre bazı odaların tahliyesinden sonra üç gün boyunca temizlik yapılması gerekmişti ve 34 kamyon çöp atılmıştı. Korürek hanın "yüz kızartacak kadar pis bir yer haline getirildiğini, [Kıbrıs'ı] ziyaret eden turistlere karşı Türklüğü küçük düşürecek bir manzara arz ettiği" düşüncesini paylaştı. Bu dönemde hanın Antikalar Dairesi tarafından restore edilmesi ve sonrasında da bir kısmının Türk-Müslüman Müzesi olarak düzenlenerek turizme açılması planlanmaktaydı.
1963 yılında ilk restorasyon çalışmaları Kıbrıs Cumhuriyeti Eski Eserler Dairesi tarafından başlatıldı ancak toplumlar arası çatışmaların başlaması nedeniyle yarım kaldı. 1963-1975 yılları arasında Planlama İnşaat Dairesinin deposu olarak kullanıldı. Ahmet Okan, hanın bu yıllardaki hâli hakkında "1960'lı 70'li yıllarda özellikle Cuma günleri Bandabuliya ve çevresi kalabalık olduğunda bile, Büyük Han'ın pek önemi yoktu. İnsanların yanından gelip geçtiği, çarşı işleri ile ilgisi olmadığı, içine girilmeyecek bir mekan olarak bilinirdi tam da ortalık yerde. Zaten viran hale gelmiş, Lefkoşa'nın ortasında kendi kaderine terk edilmişti." demiştir.
1982 yılında Eski Eserler Dairesi ve Vakıflar İdaresinin iş birliğiyle, İlkay Feridun tarafından hazırlanan proje kapsamında tekrar restorasyon çalışmalarına başlandı. Mali imkânların yeterli olmaması nedeniyle restorasyon çalışmalarına ara verilirken 1988-1990 yılları arasında Lefkoşa Master Planı çerçevesinde Almanya hükûmetinin fon sağlamasıyla birlikte devam edildi. Ödenek yetersizliği dolayısıyla projeye 1991'de tekrar ara verildi. 1995 yılından itibaren Türkiye Cumhuriyeti Lefkoşa Büyükelçiliği desteğiyle yeniden başlanan çalışmalar doğrultusunda ilk etabın açılışı 27 Ekim 2000'de gerçekleşti.
2002-günümüz;
Restorasyonu tamamlanan Büyük Han, 1 Şubat 2002 tarihinden itibaren içinde dükkânların ve atölyelerin bulunduğu bir sanat merkezi olarak ziyarete açıldı. Hanın yeni konseptinin tanıtımı, 30 Şubat 2002'de 650-700 kişinin katıldığı Büyük Han Tanıtım Kokteyli gecesinde gerçekleşti. Handaki ilk grup dükkân 1 Şubat 2002 tarihinde Vakıflar İdaresi tarafından kiraya verildi, ikinci grup da Mayıs ayında kiralandı. Büyük Han, Lefkoşa Surlariçi bölgesinin yeniden canlandırılması için bir odak noktası olarak planlandı ve şehir halkının ilgisini çekmek maksadıyla 2002 yılından itibaren Lefkoşa Türk Belediyesi Oda Orkestrası handa haftada bir konser vermeye başladı. Restorasyon projesinin ardından yeni Büyük Han konsepti, 2010 yılında Doğu Akdeniz Üniversitesi Mimarlık Fakültesi tarafından düzenlenen Kent Mekânı ile En İyi İlişki Kuran Kamusal Bina Yarışması'nda birincilik ödülü elde etti.
2010'lu yıllar itibarıyla Büyük Han, Lefkoşa turizminde rol oynayan bir bina olup, yerli ve yabancı turistler tarafından ziyaret edilmektedir.
Kıbrıs'ın en büyük hanı olan Büyük Han, dikdörtgen bir avlunun etrafında teşkilatlanmış iki katlı, revaklı, kesme sarı taştan yapılmış bir yapıdır. Genel hatlarıyla Anadolu'daki Osmanlı han mimarisinin tipik özelliklerini yansıtmakta olup, plan açısından en benzediği hanlar Bursa'daki Koza Han ve İpek Han'dır. Yuvarlak sütunlara dayalı sivri kemerler iki katlı olarak avluyu çevreler. Yapının genel büyüklüğü 50,67 x 45,25 metre olup, iç avlunun ebatı 27,68 x 26,21 metredir. Revakların arkasında tonozlu odalar yer alır, alt ve üst katta toplamda 68 oda mevcuttur. Osmanlı hanlarında tipik olduğu üzere, alt kattaki revak çapraz tonozla örtülürken, üst kattaki revak kubbelerle örtülüdür. Alt ve üst katlardaki revakların kemerlerinin ayakları bindirme sütun (birbirinin üstüne oturtulmuş iki farklı sütundan müteşekkil sütun) şeklindedir.
Hanın doğu ve batı cephelerinde iki kapısı vardır. Bu tip han ve kervansaraylarda tipik olarak tek bir ana kapı bulunmakta olup, Büyük Han buna bir istisnadır. Doğudaki kapı ana giriş kapısı niteliğinde olup Asmaaltı Meydanı'na açılır, kapının yukarısında içinde yazıt bulunmayan bir yazıt yeri bulunur. Doğudaki dükkânların önündeki revak, güney kısmında çapraz tonozla, kuzey kısmında beşik tonozla örtülüdür. Hanın konaklama maksatlı kullanıldığı dönemde, alt kattaki odaların önünde hayvanların bağlanabilmesi için yalak bulunurdu.
Üst kata, iç avlunun güneydoğu ve kuzeybatı köşelerinde, kemerler üzerine konuşlanmış iki taş kemerle çıkılır. Üst kattaki odaların kapıları basık kemerlidir, tavanlarında tepe penceresi bulunur. Bunun yanı sıra birer ocak, dolap olarak kullanılan birer niş, mazgallı pencereler de odaların özellikleri arasındadır. Doğu giriş kapısının üzerinde yer alan oda diğerlerine kıyasla daha büyüktür.
İç ve dış cephelerin en üzerinde birer silme yer alır. Beşik tonozla örtülen çatının üzerinde, 1,5 metre uzunluğunda, sekizgen veya altıgen plana sahip olan külahlı bacalar bulunur. Sütunların üst kısmında yağmur sularının aşağıya akması için taş oluklar mevcuttur. Restorasyon öncesinde bu taş oluklardan aşağıya kadar uzanan metal zincirlerle su akıtılırken, bunların kaldırılmasından beridir kışları sütunlar yağmur suları nedeniyle yosun tutmaktadır.
Köşk Mescit ve Mezar;
Mescidin altında günümüzde kesme taştan yapılmış, dikdörtgen planlı bir su deposu bulunur. Tek musluğa sahip olan bu depo, 1889-1927 yılları arasındaki bir tarihte inşa edildi. Eskiden, bunun yerinde, Hizber Hikmetağalar'ın aktardığına göre eskiden "[mescitle] aynı zamanda yapılmış olduğu zannedilen çok musluklu güzel bir şadırvan" bulunmaktaydı. Bu eski şadırvan sekizgen bir yapı olup, tepesinde ahşap parmaklıklı bir panel yer almaktaydı.
Köşk mescidin güneybatısında kitabesiz bir mezar bulunur. Bu mezar eskiden adak yeri ("şehida") özelliğine sahip olup, mezara mum yakılmaktaydı. Kime ait olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, mescitte ibadet ederken ölen eşraftan birine ait olduğu yönünde rivayet bulunur. Bir diğer rivayet, hanın yapılması için kişi başı ikişer paralık vergi koyduğu söylenen Muzaffer Paşa'nın vergisinin haksız bulunarak idam edilip buraya gömüldüğü yönünde olsa da, bu rivayet tarihsel gerçeklerle bağdaşmaz. Başka bir söylenceyse, hanı yıllarca işleten bir hancının öldüğünde oraya gömülmeyi vasiyet edilmesi üzerine bu mezara gömüldüğü yönündedir.
Handaki dükkân ve atölyelerde, Lefkara işi, kök ayna (Türkiye'deki adıyla taş ayna) gibi geleneksel el sanatları, el dokuma, takı yapımı gibi muhtelif zanaatlar icra edilmekte ve ürünler satılmaktadır. 2017 itibarıyla geleneksel el sanatları hanın kullanımında %42 oranıyla en büyük payı oluşturmaktaydı. Handaki diğer dükkânlar arasında antikacı ve sahaf bulunur.
Handa yer alan mekânlar arasında, 2015'teki vefatına dek Ahmet Kanan tarafından işletilen Usta'nın Yeri isimli kahvehane vardır. Kahvehane hanın restorasyonu tamamlanmadan, 1990'larda dış yüzünde açılıp, 2002'de restorasyonun tamamlanmasının ardından iç yüzüne geçti. Nezire Gürkan'a göre sulu muhallebisiyle ünlü olan mekân her gün buluşup, tavla oynayıp siyaset konuşan belli müdavimlere sahip olup, bunların arasında adanın güneyinden gelen Rumlar ve Ermeniler de bulunmaktadır. Servis edilen kahve, Kıbrıs'ta üretilen çeşitli kahvelerin karışımıdır. Kahvehane, 2015'te yeni seçilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı'yla Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis'in ilk buluşmasına ev sahipliği yaptı.
Handa yer alan Sedirhan Restaurant tarafından kapalı mekân olmak üzere hanın iç avlusuna ahşap bir yapı eklendi ve dekorasyonunda Kıbrıs'a özgü elementler kullanıldı. Restoranda Kıbrıs mutfağına özgü yemekler servis edilmekte olup, 2016 itibarıyla müşterilerin büyük çoğunluğu turistlerden oluşmaktaydı.
Karagöz ve Hacivat sanatçısı Mehmet Ertuğ, 2002 yılında Büyük Han'ın 127 numaralı en büyük odasını düzenleyerek 50-60 kişi kapasiteye sahip bir sahneye çevirdi ve 2012 yılına dek burada düzenli olarak gölge oyunları icra etti. Döneminin Kıbrıs'taki tek Karagöz sanatçısı olan Ertuğ, mesleği bırakmasının ardından odayı Vakıflar İdaresine devretti, bir dönem odanın Karagöz sanatını anlatan bir müzeye çevrilmesi planlandı. 2020 yılında tiyatrocu ve Karagöz sanatçısı İzel Seylani tarafından yeniden Karagöz oyunlarının sergilendiği bir sahne olarak, "Hayâlhane 127" adıyla açıldı, içerisinde Mehmet Ertuğ Müzesi'ne de yer verildi.
Handa fotoğraf galerisi, resim ve mozaik atölyeleri bulunur. Ölümünün öncesinde heykeltıraş Mehmet Şinasi Tekman eserlerini Büyük Han'da açtığı galeride sergilemekteydi. Seramik sanatçısı ve heykeltıraş Sevcan Çerkez de 2002'de Büyük Han'da atölye açtı
Büyük Han, Cevdet Hüseyin Çağdaş'ın 1945 tarihli sulu boya resminin konusudur. Sanatçının erken dönem eserlerinden olan resimde, Büyük Han'ın o tarihteki hâli resmedilir. Günümüzde bulunmayan iki payanda da resimde yer alır.
GİRNE KAPISI
Girne Kapısı, Lefkoşa surlarında yer alan bir kapı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti sınırları içerisinde bulunan kapı; şehrin kuzeye, dolayısıyla Girne'ye ulaşımını sağlamaktaydı. 1567 yılında inşa edilmiş olup, Venediklilerin yaptığı üç kapıdan biridir. 1821 yılında Osmanlılar tarafından tadilattan geçirilmiştir. 1931 yılında her iki yanındaki surlar yıkılarak motorlu araçlar için yol açılmıştır. Günümüzde Lefkoşa Turizm Enformasyon Ofisi'ne ev sahipliği yapmaktadır.
Konumu ve çevresi;
Girne Kapısı'ndan surların içine girildiği yerde İnönü Meydanı yer alır. Kapıdan Atatürk Meydanı'na doğru Girne Caddesi uzanır. Surların dışında, kapının önündeki yolun adı ise Cemal Gürsel Caddesi'dir.
1821 yılında, kapı Osmanlılar tarafından büyük bir tamirattan geçirildi. Bu sırada, kapıya bekçi kulübesi olarak kullanılan bir ikinci kat inşa ettiler. Bu katın inşa amacı, olası bir Rum isyanına karşı şehri korumaktı. Tamirat sırasında Venediklilerden kalma, kapının inşasını anlatan taş bir tablet bulundu. Bu tablet kapının kemerinin üzerine yerleştirilmiştir. Şehrin dışına bakan tarafta bulunan tabletin üzerinde Kur'an'dan bir sureden oluşan bir kitabe, yanında ise kapının her iki tarafındaki surların yıkıldığı tarih olan 1931 yazısı bulunur. Sure Hattat Şeyh Feyzi Dede tarafından işlenmiştir. Şehre bakan tarafta ise yine bu tamirat sırasında yerleştirilmiş II. Mahmud'un tuğrası bulunmaktadır.
1878'de tüm adayla birlikte Birleşik Krallık egemenliğine geçen kapı, Britanyalıların şehre girdiği ilk yerdir. Tüm bunlara rağmen, kapının eski bekçisi Horoz Ali kapıdan ayrılmadı ve 1946'da, 121 yaşında burada öldü. 1929 yılında, Lefkoşa'dan ilk otobüs seferleri iki otobüsle başladı. Bu otobüsler, kapı fazla alçak olduğundan Girne Kapısı'ndan geçemedi. Bu nedenle geri dönüp otobüslerin üst kısmını sökmek zorunda kaldılar. İngilizler, 1931 yılında kapının her iki tarafındaki duvarları yıkarak araç trafiğinin akabilmesi için bir boşluk yarattılar.
Bir dönem şehirdeki bayram pazarları kapının yanına kuruldu. Adada 1963-74 yılları arasında meydana gelen çatışmalardan sonra, Rumların esir aldığı Türklerin getirilip serbest bırakıldığı yerlerden biri Girne Kapısı'ydı.
Kapının içindeki odalar, günümüzde Lefkoşa Turizm Enformayon Ofisi olarak kullanılmaktadır. Ofiste Horoz Ali'nin kapının önünde çekilmiş fotoğrafları da sergilenmektedir.
BEDESTEN
Bedesten, Lefkoşa'nın kuzeyinde, Selimiye Camii'nin hemen yanında yer alan tarihi bir yapıdır. Yapının bin yıldan uzun bir geçmişi vardır. Aslen 6. yüzyıl civarında arazisine bir kilise yapılmış, bunun yerine daha büyük bir kilise olarak günümüzdeki Bedesten binası 12.-16. yüzyıllar arasında inşa edilmiştir. Osmanlı döneminde bedesten (bir tür pazar yeri) olarak kullanılmaya başlanmıştır. Şu anda kültür merkezi olarak kullanılmaktadır.
Bizans dönemi;
Bedesten'in ilk zamanlarının tarihi, parçaları mevcut binanın içinde korunan Bizans bazilikası tarafından arkeolojik olarak belgelenmiştir. Bazı yapısal özelliklerini Afendrika ve Ayfilon Kilisesi ile paylaşan bu kalıntılar muhtemelen altıncı yüzyıla aittir. T. K. Papakostas, bu kalıntıları Lefkoşa'daki ilk Ayasofya katedralinin yerini gösteren işaret olarak tanımlamıştır.
Bulunan kalıntılar arasında apsisin zemininde yer alan opus sectile tekniğiyle yapılmış zemin süslemeleri de yer almaktadır.
Lüzinyan ve Venedik Dönemleri;
Lüzinyan krallarının kontrolü altında, binanın müteakip tarihi iyi belgelenmemiştir. Buna rağmen, Camille Enlart dahil bazı tarihçiler onikinci yüzyılın sonlarına doğru Akka'nın çöküşünden sonra, Thomas Becket'ın takipçileri olan İngiliz keşişlerin bu alana Aziz Nikolaos'a adanan yeni bir Latin kilisesi kurduklarını ileri sürmüşlerdir. Fakat, Aziz Thomas Şövalyeleri'nin doğu Latin tarihinde oynadığı rolün ufak olması göz önünde bulundurulduğu zaman, kaynakların bu şekilde yorumlanması herkes tarafından kabul edilmemektedir. Bedestenin hemen yanındaki katedralin Latin ayinlerine adanmasıyla birlikte, Bedesten muhtemelen Ortodoks bir rol oynamaya devam etmiştir. Belirsiz olan nedenler ve koşullar nedeniyle, on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda kilise birkaç kez genişletilmiş ve yeniden inşa edilmiştir. Bu durum, Roma kilisesiyle arasındaki uyuşmazlığa rağmen pozisyonu gelişen bir Yunan Ortodoksluğuna işaret eder. Ada Venedik egemenliği altındayken Bedesten, Ortodoks kilisesi tarafından metropol bir piskopos yapı olarak kullanılmış, ve Meryem'e Panagia Odigitria olarak adanmıştır.
Osmanlı dönemi;
1573 yılında, Osmanlı'nın Kıbrıs fethinden birkaç yıl sonra, bina Osmanlı yetkilileri tarafından, bedesten (örtülü bir tekstil pazarı) olarak kullanılmak üzere Haremeyn (iki kutsal İslam şehri, Mekke ve Medine ) vakfına verildi. Daha sonra gıda pazarı olarak kullanılmıştır ve 1760'lara gelindiğinde Türk, Yunan ve Ermeni tüccarlar için bir gıda ticaret merkezi haline gelmiştir. 1873'te, devlet yetkilileri tarafından Değirmenlik'ten getirilen un için bir depo haline çevrildi. Aynı zamanda sınırlı miktarda un satışı da yapılmaktaydı. Daha sonra 1870'lerde buğday deposu ve 1930'larda Evkaf İdaresi için genel depo olarak kullanıldı.
İngiliz Dönemi;
İngiliz sömürge egemenliğinin ilk yılları olan 1880'lerde, Lord Kitchener ve Kıbrıs'taki diğer önde gelen İngilizler, binayı tekrar kiliseye dönüştürmek ve eskiden olduğu gibi Aziz Nikolaos Kilisesi olarak kullanmak için satın almak veya kiralamak istediler. Fakat, bir vakfın mülkünün satılamaması ve bir caminin 100 metre yakınına başka bir dinin tapınağı açılamayacağı için buna izin verilmedi. İngilizler, hava ve depremler nedeniyle tahrip olmuş binanın tadilatını üstlendiler, fakat bu tadilat orijinal mimarinin bazı kısımlarını yansıtmadığı için başarısız oldu. Yeni belediye pazarı Bandabulya'nın 1932 yılında açılmasıyla bina kullanılmamaya başlandı. Bina 1930'larda Evkaf İdaresi tarafından depo olarak kullanılmış ve 1935'te Rupert Gunnis'in idaresindeki Eski Eserler Dairesi, binaya Ömerge Camii'nden bazı ortaçağa ait mezar taşları getirmiştir. Bu mezar taşları, bir süre boyunca odadaki süslü Osmanlı dönemi tavanı ile birlikte bir odada sergilenmiştir.
BÜYÜK HAMAM;
Büyük Hamam (Yunanca: Μπουγιούκ Χαμάμ), Kuzey Lefkoşa'nın İplik Pazarı-Korkut Efendi Mahallesi'nde yer alan bir hamamdır. İplik Pazarı Camii yakınlarında yer alır. Çevreleyen alanların zemininin zaman içindeki yükselişinin bir sonucu olarak, kapısı taban seviyesinin yaklaşık 2 metre, hamam odaları 3 metre altında yer alır.
George Jeffery'e göre, bazı tarihçiler bu binanın kendisinin 14. yüzyıl St. George of the Latins kilisesi olduğunu öne sürmüş olsa da, böyle bir tanımlama için hiçbir kanıt bulunmamaktadır, ve bu teori, binanın bir Orta Çağ kilisesinin görünüşüne benzemesine rağmen planı bu tür kiliselerin planlarına uymamaktadır. Doğu ve batı yönlü yerleşim yerine, kuzey ve güney yönlü yerleşimi, belki de Venedik yönetimi dönemine kadar yapılmış olması ihtimalini neredeyse imkânsız kılmaktadır.
Bina, Osmanlı yönetiminin adadaki ilk yıllarında, 1571-1590 yılları arasında Türk hamamı olarak yeniden inşa edildi. Mustafa Paşa'nın vakfına aitti ve insanlar onu yönetmek için vakıftan kiralamaktaydılar. Örneğin, bir yeniçeri olan Hacı Mehmed Racil'in, 1593'te, hamamı 16 yıl boyunca kiraladığı kayıtlarda yer almaktadır. Osmanlı döneminde, kadınların sosyalleştiği, haber alışverişinde bulundukları ve yemek yedikleri popüler bir sosyal merkezdi. 1891 yılında, "sıcaklık" bölümündeki mermer plakaların sökülmesi sırasında, plakalardan birinin bir orta çağ mezar taşı olduğu ortaya çıktı ve bu mezar taşı bir müzeye taşındı. Hamamın orijinal kazanı taştan yapılmıştır, ancak işletmecisi, ısıtma işlemi için çok fazla odun gerektirdiğinden ve karı azalttığından şikayetçi olduğu için, bunun yerine bakır olanı kullanmıştır.
Hamam, UNDP ve USAID'in yardımıyla, hamamın orijinal özelliklerini ortaya çıkaracak bir teknik kullanılarak 2007-2008 yılları arasında yenilenmiştir.
Bina, kâr amacı gütmeyen Kıbrıs Vakıf İdaresi'ne, özelinde "Lala Mustafa Paşa Vakfı"'na aittir. Kuzey Kıbrıs'ta faaliyette olan tek özgün Türk hamamıdır. Geleneksel bir Türk hamamını denemek isteyen turistler için önemli bir cazibe merkezidir. Hamamda aromatik yağlar ve köpük ile geleneksel deri soyma ve masaj yöntemleri uygulanmaktadır. Kıbrıs Türkleri hamama büyük ilgi göstermemektedir. Hamamın bazı saatleri yerliler, bazı saatleri turistler içindir; bazı saatlerin kadınlara, bazı saatlerin erkeklere ayrılmasından dolayı, yerel halkın saatleri cinsiyete göre ayrılmıştır, ancak turistlerde bu ayrım yoktur.
LEFKOŞA MEVLEVİHANESİ
Lefkoşa Mevlevihanesi veya Mevlevi Tekkesi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin başkenti Kuzey Lefkoşa'da 1593 yılında Kıbrıs fatihlerinden Arap Ahmet Paşa tarafından kurulan mevlevihanedir. Semahane ve türbe kısmı günümüze kadar gelebilmiştir ve Mevlevi-Tekke Kültürü müzesi olarak kullanılmaktadır. Girne Kapısı yakınlarındaki Mevlevihane, Kıbrıs'ın Osmanlı döneminde en önemli yapılarından birisidir. Tarihi boyunca gemi ile hacca gidenlerin uğrak yeri olan mevlevihane, yetiştirdiği insanlar ve verdiği hizmetlerle Kıbrıs Türk tarihinin önemli kurumlardan birisi olmuştur. Dânişî ve İlmî mahlaslarıyla şiirleri olan Dânişî Ali Dede, Siyahi Mustafa Dede, Hızır Handi Dede, Siyahi Mustafa Dede'nin oğlu Arif Dede, Sadri Dede, Danişi Ali Dede'nin oğlu Muhammed Mukim Dede, Talib Dede, Nesib Dede, Müneccimbaşı Ahmed Dede, Derviş Lebib Lefkoşa Mevlevihanesi'nde yetişmiş şairler arasındadır. 17. yüzyılda bina bakımsızlıktan harap olunca Rumeli Beylerbeyi Ferhad Paşa Mevlevihane'yi yeniden inşa ettirmiş ve tekke kendi adıyla anılmıştır.
1925'te Türkiye'deki tekkelerin kapatılmasından sonra Halep Mevlevihanesi'nden Şeyh Şamlı Dede Lefkoşa Mevlevihanesi'ne şeyh olarak atandı. Şeyh Şamlı Dede, 1953 yılındaki ölümüne kadar bu görevi sürdürmüş; onun ölümünden sonra tekke yaşamı tarihe karışmıştır. Evkaf'ın Türk toplumuna devredildiği 1956'dan itibaren tekkenin bazı odaları "Türk Çocuk Yuvası" olarak kullanıldı. Kalan bazı odalar 1963'te Kıbrıs Türk Etnoğrafya Müzesi olarak hizmete açıldı. 2001-2002 yılında yeniden düzenlendikten sonra 17 Aralık 2002 tarihinde Şeb-i Arus töreni ile Mevlevi Müzesi olarak yeniden ziyarete açıldı.
Tarihi;
Mimarisi;
Tekkenin giriş kapısının sol kısmında ise bir çeşme bulunmaktadır. Gerisindeki mevlevihane avlusunda kare planlı bir deposu vardır. Çeşmenin önündeki sivri kemerin oluşturduğu niş içerisinde mermer bir yazıt, musluk ve bir yalak bulunmakta ve çeşmesinin yazıtında çeşmenin yapımında katkı sağlamış olduğu düşünülen "Ya Atta Shapari" yazılmaktadır.
Tekke Türbeleri;
Lefkoşa Mevlevihanesine gömülen Mevlevi şairleri arasında Siyahî Mustafa Dede, Hızır Handî Dede, Danişî Ali Dede (İlmi Dede), Mehmet Arif Dede, Sadri Dede ve Mustafa Dede'nin adlarından söz edilmesine karşın bunların türbelerdeki hangi mezarlara gömülü oldukları bilinmemektedir.
SAMANBAHÇE EVLERİ
Samanbahçe, yerel olarak Saman Bahça olarak da bilinir, Lefkoşa'nın kuzey kesiminde, tarihi Suriçi bölgesinde, Girne Kapısı yakınlarında yer alan ve 19 yüzyılda inşa edilmiş bir toplu konut projesidir.
Samanbahçe Evleri, 19. yüzyılda nüfusun hızla artması sonucunda, maddi durumu elverişli olmayanlar için tamamlanmış bir toplu konut projesidir. Bu açıdan bakıldığında, Kıbrıs'taki ilk sosyal konut örneği olarak görülebilir. 2003-2004 yılları arasında UNDP-PFF tarafından restore edilmiştir. Kıbrıs' kültürünü en iyi yansıtan yerlerdendir.
Konumu
Tarihi;
Osmanlı İmparatorluğu, 1571 yılında aldığı Kıbrıs'ı 300 yıl gibi bir hakimiyet süresinin ardından, girdiği savaşlar sonucunda bozulan ekonomilerini düzeltmek amacıyla, 1878 yılında Britanya İmparatorluğu'na kiralar. 300 yıl boyunca adada huzur içinde yaşayan Türk toplumu adanın Britanyalılara devri ile birlikte sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda arka plana atılır. Bir anda ülke yönetiminde azınlık durumuna düşerler. Bunun sonucunda Türk toplumunu giderek fakirleşir ve halkın morali bozulmaya başlar. Bozulan morallerin düzeltilmesi için yeni projeler düşünülür. Adanın en zengin ekonomik kuruluşlarından biri olan Vakıflar İdaresi birtakım yatırımlar gerçekleştirilir. Samanbahçe projesi de o projelerden birisidir. Samanbahçe evleri inşa edilmeden önce alanda Şaban Paşa'ya ait olan ve tarihi Suriçi bölgesinde yaşayan vatandaşların sebze ve meyve ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılan bir bahçe yer almaktadır. 1905 yılında Evkaf ile Belediye arasında bir sözleşme imzalanır ve alan büyükbaş hayvan pazarı olarak kullanılmaya başlanır. 1915 yılına ait bir tapu haritasında, bölgenin atıl bulunduğu görülmektedir. 1917 yılında bu sözleşme feshedilir. Dönemin en zengin kurumlarından olan Vakıflar İdaresi, Samanbahçe projesini hazırlar. Osmanlıların Kıbrıs'tan çıkışının 20. yılında, Evkaf Murahhası Musa İrfan Bey görevde bulunduğu 1918-1925 yılları arasında projenin temelini atar. Yüzlerce fakir Türk insanına ev sahipliği yapacak olan bu proje, vakıf felsefesinin en güzel örneklerinden birini teşkil eder. Bu dönemde konut ihtiyacının artması nedeniyle konutların inşasına başlanır. Konutlar, maddi durumu yetersiz vatandaşlar için bir sosyal sorumluluk projesi kapsamında inşa edilir. Bu nedenle, bu konutlarda yaşayanlardan cüzi miktarda kira alınması kararlaştırılır. Bu yönüyle, şehir planlamasının ilk örneğini teşkil eder. Samanbahöe Evleri projesi üç aşamada tamamlanır. Birinci ve en önemli aşaması 1900'lü yılların başında başlanan 68 konutun inşa edilmesi ile gerçekleştirilir. 1949 yılında ikinci, 1955 yılında üçüncü aşama tamamlanır ve bugünkü görünüm elde edilmiş olur.
Mimarisi
ATATÜRK MEYDANI & SARAYÖNÜ MAHALLESİ
Eskiden Konak Meydanı, Sarayönü Meydanı ve Mart 1943 tarihinden itibaren ise Atatürk Meydanı olarak adlandırılan alanın ortasında Venedik Sütunu yer almaktadır. Bu sutun Kıbrıs’taki Venedik hâkimiyetinin bir sembolü olarak Salamis Harabeleri’nden sökülerek Lefkoşa’daki şimdiki Sarayönü Cami’sinin avlusuna dikilmişti. Adanın Osmanlılar tarafından fethinden sonra bulunduğu yerden kaldırılmıştır. Ancak, 1915 yılında İngilizler tarafından eski sarayın yıkılması ile bugün bulunduğu Atatürk Meydanı’nın ortasına yerleştirilmiştir.
7 m. yüksekliğinde ve 71 cm. çapında granitten yapılmış sütunun tepesinde şimdi kayıp durumda olan St. Mark Aslanı bulunmaktaydı. Sütunun altıgen kaidesi üzerinde Venedik hanedanına mensup ailelerin armaları yer almaktadır. Bu armalardaki yazılar hangi aileye ait olduğunu göstermektedir. Şimdiki yerine 8 Şubat - 2 Ağustos1915 tarihleri arasında dikilmiş ve tepesine şimdiki tunç küre konmuştur.
Atatürk Meydanı’nda (Sarayönü) devlet daireleri olarak kullanılan binalar İngiliz sömürge döneminde inşaat edilmişlerdir. Mitingler için sıkça kullanılan meydanda başka tarihi binalar da bulunmaktadır.
ARABAHMET EVLERİ
Kuzey Kıbrıs'ın başkenti Lefkoşa'da mahalle. Mahalle ve mahallede bulunan Arabahmet Camii adını Lefkoşa'nın Osmanlı İmparatorluğu'nca ele geçirilmesinde komutanlık yapan Arap Ahmed Paşa'dan alır. Surlariçi'nde yer alan tarihî Arabahmet mahallesinin 2011 itibarıyla nüfusu 561'dir. Mahallenin neredeyse tamamı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti fiili kontrolü altındadır, küçük bir kısmıysa Kıbrıs Cumhuriyeti'nin egemenliğindedir. Tarihsel olarak günümüzde Köşklüçiftlik mahallesinin dahil olduğu surların dışındaki bir bölge de Arabahmet'in parçası kabul edilmekteydi. Köşklüçiftlik mahallesi Lefkoşa Türk Belediyesi bünyesinde Arabahmet'ten idari olarak ayrılmıştır. Bununla beraber Kıbrıs Cumhuriyeti'nin idari yapılanmasına göre surların dışındaki bu bölgeler hâlen Arabahmet'in parçasıdır. Güneyde Kıbrıs Cumhuriyeti egemenliği altında kalan kısımlar, surların dışında 50 kişinin ikamet ettiği, bir kısmı Yeşil Hat'ta kalan, Ledra Palace oteli çevresindeki küçük bir bölgedir. Bahsi geçen tüm bu bölgelerin 2011 itibarıyla toplam nüfusu 3.550'dir.
1946 nüfus sayımında mahallenin nüfusu 2.550 olarak kaydedilmişti. Bunun 576'sı Rum, 846'sı Türk ve 1.195'i çoğunlukla Ermeniler ve az sayıda Latin'den oluşmak üzere "diğerleri"ydi. Lefkoşa'da Ermenilerin yoğunlukla ikamet ettiği bir bölgeydi.
AHMET PAŞA CAMİ
Osmanlı döneminden önce de caminin yerinde bir kilise bulunmaktaydı. Bu kilisenin yapısı günümüze ulaşmamış olsa da mezar taşları gibi çeşitli ögeleri ulaşmıştır. Christopher Schabel, Arabahmet Camii'nin yerinde tarihsel olarak Karmelit tarikatına bağlı bir kilise olduğunu savunmaktadır. Daha eski araştırmalarda Sarayönü Camii'nin yerinde olduğu düşünülse de, çeşitli bulgular bunun doğru olmadığını ortaya koydu. 15. yüzyılın sonlarında Lefkoşa'ya gelen Karmelit bir gezginin anlatımından Karmelit Kilisesi'nin Baf Kapısı yakınlarında olması gerektiği anlaşılmaktadır. 16. yüzyılda Lüzinyanların yaptığı Lefkoşa surlarını yıkıp şehrin çevresini küçülterek yeniden yapan Venedik yönetiminin raporlarından birinde de, yeni surların Mula Burcu'nun Karmelit kilisesinin "üstünde" yükseleceği yazılmaktadır. Schabel'e göre Arabahmet Camii'nin konumu bu belgelerle uyuşmaktadır. Bunun yanında, cami bahçesinde bulunan, 1313'den 15. yüzyıla dek uzanan mezar taşları, bu mezar taşlarından en az 35 tane olması (Karmelitler gibi dilenci tarikatlarının bahçelerinde nispeten daha fazla cenaze defnedilirdi), saçları kazınmış gibi gözüken bir papazın mezarının günümüze ulaşanlar arasında yer alması, Arabahmet Camii'nin Karmelit Kilisesi'nin yerinde olma ihtimalini güçlendirmektedir.
1570-71 yıllarında Kıbrıs Seferi'ne katılan, 1576 yılında Kıbrıs beylerbeyliğine atanan ve 1578'de öldürülen Arap Ahmed Paşa tarafından hizmete sunuldu ve kendi adını taşıyan Arap Ahmed Paşa Vakfına vakfedildi. Bu vakfın kuruluş tarihi bilinmemekle birlikte, adadaki en eski vakıflardan biridir. Şeriyye sicillerinde 22 Şubat 1594 tarihinde vakıf mütevellisi Kasım Çavuş bin Mehmet'in görevden alınarak yerine Murat bin Abdullah'ın atandığı kaydedildi. Arap Ahmed Paşa'nın camiyi yaptırmasıyla ilgili günümüze ulaşan bir rivayette, günümüzde caminin bulunduğu yeri paşanın kazması hâlinde orada para bulacağı ve bu parayla oraya cami yaptırması gerektiğine dair bir rüyayı birkaç kez gören paşanın, rüyada gördüğü yeri kaztırıp bir taş tekne dolusu altın bulduğu ve bu parayla camiyi yaptırdığı aktarılır. Tuncer Bağışkan'a göre, "büyük bir olasılıkla" caminin mevcut yapısı 15. yüzyılın sonları veya 16. yüzyılın başlarında burada eskiden bulunan kilisenin yerine yapıldı, 1845 yılında onarımdan geçirildi. Hizber Hikmetağalar ise Arap Ahmed Paşa tarafından "bakımsız" kilise binasının camiye çevrildiğini, daha sonra bunun yıkılarak 1845 yılında mevcut caminin inşa edildiğini yazmaktadır.
1729 yılında Ümmühan bint-i Mehmed Kethüda isimli bir kadının, kurduğu vakıftan Arabahmet Camii'ne balmumu ve zeytinyağı alınmasını sağlayacak şekilde senede 120 akçelik paranın Arap Ahmed Paşa Camii Vakfına teslim edilmesini şart koyduğu belgelerde yer alır.
Caminin bahçesinde önemli kişilere ait mezar taşları bulunmaktadır.
1992-1996 yılları arasında camide restorasyon çalışmaları yürütüldü, bu çalışmalar kapsamında Frenk döneminden kalma mezar taşları Taş Eserler Müzesi'ne aktarıldı. Minare de 1992 yılında restore edildi. 2001 ile 2007 yıllarında caminin genel restorasyonu ile bahçe düzenlemesine yönelik Vakıflar İdaresi ve Türkiye Cumhuriyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından çalışmalar yürütüldü.
Mimarisi; Klasik Osmanlı mimarisinin bir örneğidir. Geleneksel Anadolu camilerinin planlarına uygun şekilde Lefkoşa'da inşa edilmiş tek camidir. Kıbrıs'ta tipik Türk kubbesi görülen tek dikdörtgen camidir. Büyük bir merkezi kubbe caminin ana gövdesini, üç küçük kubbe ise girişi kaplamaktadır. Dört kubbe de köşeleri örtmektedir.
Cami planı, genel Bizans haç biçimli planlarında görülen ve bingilerle taşınan büyük bir yarım küre kubbeden (yaklaşık 6 metre çapında) oluşur. Caminin önünde üç küçük kubbeyle örtülmüş bir sundurma vardır. Bu karakteristik Türk anıtının sadeliğini bozacak hiçbir kalıplaşmış ya da oyulmuş detay bulunmamaktadır.